Bir zamanlar yüksek bozkırları tutan otların arasında yaşarken tohumlarım güneşin altında fırladı durdu, bir o yana bir bu yana...
Benim adım buğday. Aslen yakın doğuluyum, biraz da Anadolulu. Yaklaşık 12 bin yıl önce bir kadın, güneşin aşkıyla fırlayan tohumlarımı topladı avuçlarına, götürüp Dicle'nin kıyısına ekti sarı başaklarımın meyvelerini...
Benim adım buğday. İnsanların elleriyle toprağa ekilip çoğaldıkça bir devrimin doğuşunu hazırladım. Çivi yazıları, tabletler, yazıtlar, anıtlar beni yazdı. Toprağa ekilip çoğaldıkça uğruma tanrılar ve krallar yaratılıp, yine benim uğruma yok edilişlerine tanıklık ettim...
Benim adım buğday. En çok Anadolu'da sevildim, bir ekmeğin kokusunda zikredildi adım. Bir doğum sevincinden, bir ölüm matemine danelerimle eşlik ettim durdum. Bir gelinin başından serpildim avuç avuç, bereket için, aşk için.
Bir rençberin umudunu besledim, zemherinin ayazında. Bir yolcuyu doyurdum, ulu dağların yamacında. Bir kuşa can verdim, binlerce cana derman.
Benim adım buğday. İran bozkırlarını aşıp Anadolu'da ayağa kalktım. Başaklarım mavi göklerin altında sapsarı sarı denizler gibi dalgalandı durdu. İnsanlığın 10 bin yıllık öyküsü benimle yazıldı...
Benim adım buğday. Buralarda geçti ömrüm benim. Ekmek kokusuyla, açlık korkusu arasında yaşayıp giden bir halkın yazılmamış destanıyım ben. Hitit kralları başaklarımı sundu rüzgârların tanrısına, bozkırın dervişleri tanelerimi doldurdu heybelerine ama ille de koca bir coğrafya her sabah benimle ayağa dikildi dünya telaşının karşısına...
Benim adım buğday. Hikâyemi anlatmaya zaman yetmez. Ama bugün doğduğum bu topraklarda oturmuş kederden ağlıyorum 10 bin yılın yoldaşlığına yapılan vefasızlığa.
Benim adım buğday. Yaşatacaklarım da anlatacaklarım da daha bitmedi...
(Yusuf Yavuz)